Rotterdam’da ‘Altın Kaplan’ zamanı

KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

Apichatpong Weerasethakul, Christopher Nolan, Mahmut Fazıl Coşkun, Pablo Trapero gibi yönetmenleri dünya piyasasına sunmasıyla bilinen Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nin 44. sü 22 Ocak’ta başladı. Festival bir kez daha aşırılıkla, deneycilikle, farklı anlatı modelleriyle, cinsel özgürlükle ve sıra dışı temalarla anılacak alternatif sinemacılar çıkaracak gibi. Etkinliğin Cuma gecesi sonuçlanacak Altın Kaplan yarışmasında rekabete giren 13 filmden yedisini izledim. Bunlar arasında Arjantin filmi “Parabellum” özellikle dikkat çekerken, İngiliz temsilcisi “Norfolk” da hiç fena değildi.

Rotterdam Film Festivali’nin ilk bölümünde Altın Kaplan yarışmasındaki Amerika kıtası temsilcilerini tamamlama şansına kavuştum. İki Arjantin, bir Peru, bir Küba, bir Amerikan filmi görücüye çıkarken, bunlara Endonezya ve İngiliz yapıtları da eklendi. Yedi filmden üçü ise festivalin proje aşamasında verdiği Hubert Bals fonu destekli. Açıkçası bu eserlerden bazıları geleneksel ‘sadece fikir yeterli mi, onu geliştirmek gerekmez mi?’ sorusunu tekrar konuşmamızı sağladı. Özellikle “Dog Lady”nin (“La Mujer de Los Perros”) iki, “Tired Moonlight”ın bir kadın yönetmeni bu konuda köşeye sıkıştı. Acemilikle anılmayı garantiledi.

FELAKETLER KİTABI, ‘1984’, KITANO VE KIYAMET KORKUSU

Ama öte yandan bu yarışmanın ruhuna yakışan iki alternatif bilimkurgu filmi de mutlu etti. Özellikle Arjantin’de yaşayan Avusturyalı Lucas Valenta Rinner imzalı “Parabellum”, anlamlı isminden yapmak istediklerine, ortaya çıkardığı fotoğraflardan çarpıcı meselesine kadar 75 dakikaya çok şey sığdırıyor. ‘Savaşa hazırlık’ anlamına gelen sembolik adın, fazlasıyla paramiliter bir yaklaşımla sarılması ise birçok açıdan okunmaya, değerlendirmeye açık.

Yönetmen 2.35:1 oranında günümüz toplumunun dış tehditle, terörle, felaketle, bombalamalarla, kapitalizmle, kendisiyle sorunlarını sorguluyor. Sokağa dökülecek raddeye gelen insanların isyanına, ortaya çıkan toplumsal kargaşaya bir çözüm arıyor. Adeta 3. Dünya Savaşı öncesi portreye bakıyor. Bir bakıma terör filmlerinin ‘1984’üne imza atıyor. İlk olarak Michael Anderson’ın 1956’da sinemaya uyarladığı, ‘Big Brother’ mantığının fikir babası George Orwell eseri, totaliter rejimin emirlerine göre kurduğu bir distopyaya açılır. İnsanlar tek bir beyin tarafından yönetilir ve köleleştirilir.

Ancak burada o yapıtın özündeki mesele ‘kıyamet filmi’ şablonunun orta yerinde bir ‘eğitim kampı’na transfer ediliyor. Soğuk ve Nükleer Savaş dönemindeki bu bilimkurgu alt türü denemelerinde (bkz. “The Day The Earth Caught Fire”, “On The Beach”) gördüğümüz sıradan insanın paranoyak, çaresiz ve yalnız halleri ise ‘karşılık verme’ ile yer değiştiriyor. Düzene isyan da ‘Felaketler Kitabı’ adlı İncil kıvamında kutsal kurallarla bezenmiş yaratıcı bir motifin önderliğinde gerçekleşiyor.

Film bu aracı ‘epizodik anlatı’nın ana malzemesine dönüştürüyor. Araya ara yazılar sokarak direktifleri anlamlandırıyor. Sayfaları lineer kullanmayıp aradan parçaları atınca gemi ve ev tatbikatı gibi çekici anları karşımıza çıkarıyor. Aynı zamanda da Rinner, ana karakterini yorumlarken Takeshi Kitano’nun ilk yıllarında minimalist komediyi şiddetle birleştirdiği yapısını, Aki Kaurismäki’nin oyuncu kullanımını ya da Avusturya sinemasındaki yabancılaşmayı akla getiriyor.

Poker surat komedisi ada kıvamındaki mekanda arka planda kendi çapında takılıyor. Sanki egzozdan çıkan dumanların arasında kalmış melankolik bir görsel yapı bu karakterlerin intikam yüklü psikolojilerini, topluma karşı gelişlerini anlamlandırıyor. Askere ya da canavara dönüştürdüklerini anlatmaya çalışıyor.

CAMP ENDONEZYA BİLİMKURGUSU

Hivos fonu destekli Endonezya bilimkurgusu “Another Trip to the Moon” (“Menuju Rembulan”) ise aslında tarihöncesi zamandan iki kızılderilinin reenkarnasyona açık öyküsünü, şiirsellikle ve camp (bilinçli bayağılık estetiği) öğelerle sinemalaştırıyor. 80 dakikada paralel evrenlere de alan açan eser, diyalogsuz çekilmiş. Ama çok iddialı olma lehine işlemiyor. Edwin gibi Endonezya sinemasından çıkan uçarı beyinlerden biri olamıyor Ismail Basbeth. Üçüncü dünya ülkesi sinemasının ilkel, egzotik ve pespaye temsilcileri arasına giriyor.

Film ise ‘çöp’ (trash) olarak anılacak kadar kırılgan. Fazla özgüvenin mağduru oluyor. Prodüksiyon kalitesiyle gelen efektlere karşın pespaye gözükmekten, egzotik doğa görüntülerinden medet ummaktan ileri gidemiyor. Yaratılan ütopik, mitlerden beslenen zamansız evren hiçbir şekilde bize işlemiyor.

KAĞIT ÜSTÜNDE KALMIŞ PROJELER

Yakın zamanda Daniel-Diego Vega Vidal ikilisi ile bildiğimiz bir ülke sineması… Peru yapımı “Videophilia (and Other Viral Syndromes)”nın (“Videofilia (y Otros Síndromes Virales)”), bu toprakların gençliğine bakarken, internetle ilişkili bir estetik kurmak istiyor. Ancak bu mesele, başta “Lilly Chou-Chou Hakkında Her Şey” (“Riri Shushu No Subete”, 2001) olmak üzere 2000’lerin ilk 10 yılında furyaya dönüştü ve fazlaca kayda değer filme malzeme oldu. Bu durum da buradaki takılan görüntülerin, YouTube parçalarının, bilgisayar ikonlarının ve daha nice interaktif öğenin sallapati durmasını sağlıyor. “Videodrome” (1983) gibi göndermeler kağıt üstünde kalıyor. Amatör porno parçaları da pek anlam arz etmeyip dağınıklığı besliyor. Sadece kirli ve işlenmemiş canlı çekilmiş videoları sunmak ‘cesaret’ adına değerli.

“Bombon Köpek”in (“Bombon: El Perro”, 2004) kadın versiyonu olmaya çalışan “Dog Lady”deki gibi masa başında kalmış fikirler ya da sinopsis, üstüne üstlük parça parça üzerimize atılıp adeta bir müsvedde defterini hatırlatıyor bu kez. Filmin kurgusu da internet çağına ayak uydurmayıp video klip estetiğine meyletmeyince başarısızlık kaçınılmaz oluyor. Elbette Juan Daniel F. Molero’nun samimiyetinden şüphemiz yok. Ama kendisi biraz da dünyada olup bitenleri takip etmeli.

KURMACA-BELGESEL İLİŞKİSİNİ KURCALAMAK DOĞRU MU?

Slamdance’de de yarışan “Tired Moonlight”, Amerikan bağımsız sinemasından video kamerayla çekilmiş grenli bir köy filmi tablosunu, gerçekçilikle harmanlıyor. Yönetmen Britni West’in Montana’nın Kalispell beldesindeki kişisel deneyimlerini kimi uyuşan karakter/oyuncu isimleriyle de birlikte saf bir realizm için konumlandırdığı muhakkak.

Sanki bu toplamda “The Project of the Universe” (“La Obra Del Siglio”) ile beraber ‘kurmaca ile belgeselin bir araya gelmesi sinemaya zarar verecek’ etkisi yaratan iki eserden biri… Kübalı yönetmen Carlos M. Quintela, sözü geçen ikinci filminde Küba-Sovyetler Birliği ortaklığında Karayipler’de üreyen nükleer güç istasyonunun, ‘evrenin projesi’nin işçilerin gözünden yorumuna bakıyor. Perdenin ortasında tam ekran akan olayın gerçek görüntüleri ile 2012’de bir yere tıkılan iki işçinin siyah-beyaz görüntüleri birleştirmek, ‘fikrin üzerine gitmeye gerek yok, sürekli aynı numaraya çekelim yeter!’ kolaycılığıyla 100 dakikaya zorla çekilen bir yapıta yol açıyor.

YÖNETMENİ HOLLYWOOD’A TRANSFER OLABİLİR

Sanki bu toplam arasında en umut vaat eden ilk film “Norfolk” oldu. Elbette yönetmeninin üçüncü eserine imza atmasının da bu duruma katkısı büyük… David Lynch ile anılan gizem filmi türüne sokulabilecek eser bir baba ile oğlunun kötülükten beslenen diyaloğunu, sinemaskop oranında Hades’e benzeyen ıssız tarla imgesiyle değerlendiriyor. Televizyonla kurulan ilişkiyi “Şok”un (“Shocker”, 1989) katil mantığıyla eşleştiren yapıt aile tablosuna çokça yükleniyor. Bilinçaltında kötücül yollara sapıyor. Ancak zamanla bir aile trajedisinin üzerine gitmesiyle, beyazın tonlarından beslenen grenli yapının halüsinatif video-art temsili gibi duran özgün televizyon kullanımını bir kenara bırakıyor. Kesilmiş hayvanlardan anlam yaratmada çok becerikli olamıyor Martin Radich.

Gerilim-gizem arası örgüde anlatısıyla dikkat çeken yönetmen için ‘Hollywood’a transfer olabilir’ cümlesini kurmak mümkün. Bu konuda heyecan verici ve tutarlı bir iş “Norfolk”. Ama Radich, 87 dakikaya karşın imgesel anlatıyı zamanla kaybedip gizemli durma konusunda becerikli duramıyor. Aşırı diyaloğa sapınca odak ayarından açı tercihlerine kadar her detayıyla anlam yaratabilen görsel dilinin altındaki çarpıcılığı bölüm bölüm arka plana itebiliyor. Öte yandan İngiliz sinemasındaki kitchen sink gerçekliğini yıkmasıyla anılacak bir film karşımızdaki. Ama Gaspar Noé’nin “Şok”u çekmesiyle oluşabilecek ‘şok sineması’ tezahürleri iddialı girişin altını gerçek anlamda dolduramıyor.

Açıkçası yedi film arasında en ilginç tespiti Arjantin sineması için yapabiliyoruz. Zira ülke sinemasının sıra dışı yükselişinden faydalanan “Parabellum” gibi özgün bir bilimkurgu ile “Dog Lady” gibi eski kafalı, plansız bir sosyal gerçekçi eserin aynı yarışmada yer almasına şaşırmamak mümkün değil.

Kerem Akça’ya göre festivalin programındaki en iyi 10 film:

1-İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron)
2-Goodnight Mommy (Ich Seh, Ich Seh)
3-Two Shots Fired (Dos Disparos)
4-Stinking Heaven
5-Turist (Force Majeure)
6-Over Your Dead Body (Kuime)
7-Tokyo Tribe
8-Crumbs
9-Self-Portrait of a Dutiful Daughter (Autoportretul Unei Fete Cuminti)
10-Cennet (Eden)

Kerem Akça’ya göre Altın Kaplan yarışmasının en iyi 3 filmi:

1-Parabellum
2-Norfolk
3-Videophilia

Leave a Reply