Bu sorunun cevabını aramaya koyulduğumuzda coğrafya ve ülkeler farklı olsa da sebep-sonuç ilişkilerinde benzerliklerle karşılaşıyoruz. Bu ülkelerin en önemli ortak noktası demokrasinin yolunun belli aralıklarla darbelerle, ekonominin yolunun da krizlerle kesilmiş olmasıdır. İşlerin içinden çıkılmaz hale gelmesi birilerinin kariyerini sonlandırırken başka birilerinin önünü ve yolunu açmıştır.
Zimbabve'de 1980 yılında bir özgürlük savaşçısı olarak toplumu arkasına alan Mugabe, hile ve zulüm yoluyla da olsa iktidar. Arjantin'de 1940'larda Peron, ileriki yıllarda 240 bin nüfuslu bir şehrin valisi iken başkanlığa kadar yükselen Carlos Menem döneminde dikkat çekici değişimler yaşandı. Brezilya'da askerî rejim sonrası demokrasinin geleceğini konuşmak için toplanan sendika liderleri, eski muhalif siyasetçiler, öğrenciler, entelektüeller ve 100 farklı toplumsal hareketin temsilcilerini bir araya getiren toplantı sonrası alınan kararla kurulan İşçi Partisi'nde önce söz sahibi sonra başkan olan sendikacı Lula da Silva halkın teveccühünü kazandı. İran'da Humeyni, Rusya'da Putin; ekonomik ve siyasal çöküş zamanlarında 3Y olarak sembolize edilen ‘yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla' mücadele vaadiyle halkı ikna etmişlerdir. 3Y ile mücadele vaadi 2002'de AKP'yi de Türkiye'de iktidara taşımıştı.
Tüm görünümü negatife dönmüş siyasi ve ekonomik bir sistem devralan yeni kurtarıcıların tamamı iktidarlarının ilk yıllarında yaptıkları reform ve düzenlemeler ile sisteme hayat verdiler. Bu ülkelerde kriz sonrası ortaya konan ekonomik performans herkesin başını döndürdü.
Halkın lidere ve iktidara güveni, liderin de özgüveni arttı. Bir anda bollaşan likidite aslında hepsinin en büyük açmazıydı… İşte asıl hikâye de bu noktadan sonra yazılmaya başladı.
Gelişmiş ekonomilere doğru dişleriyle tırnaklarıyla yol almaya çalışan ülkelerin, yıllar boyunca elde ettikleri tüm kazanımları tehdit edecek kadar derin çaresizlik uçurumlarına düşmesine sebebiyet verenlerin de aynı kurtarıcılar olması oldukça anlamlı. Aynı sonu paylaşan bu ülkelerde yaşanan süreci özetleyecek iki örneği paylaşmak istiyorum:
Hindistan:Özgürlüğün Geleceği isimli eserinde Fareed Zakarıa kendi ülkesinde olup bitenleri şu şekilde özetliyor: “Dini hoşgörüsüzlük, Hindistan demokrasisinin yeni yüzünün yalnızca ilk habercisiydi. Geniş çaplı yozlaşma ve hukuk devletine karşı saygısızlık Hindistan politikasını değiştirdi. Nehru ve Kongre Partisi her seçime hile karıştırmakta, kazanan parti bürokrasiyi kendi adamlarıyla doldurmakta –hatta mahkemeleri bile- ve muhalefet üyelerini kendi safına çekmek için rüşvet vermektedir. Milyonlarca seçmen için trajedi ise kendi yoksulluklarını kullanarak seçilenlerin diğer taraftan ceplerini devlet kasasından doldurmakla meşgul olmalarıdır.”
Brezilya:IMF kontrolündeki ülke nefes almakta zorlanıyordu. İşçi sınıfının lideri olarak parlayan Lula Da Silva 1994 ve 1998'de girdiği seçimleri kaybetse de 2002 yılında toplumun geniş kesimlerinin ittifak adayı olarak girdiği seçimi kazandı. Lula'nın seçim vaatleri 3Y ile mücadele etmekti.
Toplumun geniş kesimleri ile birlikte çıkarılan yol haritası ve reformlar icra edilmeye başlayınca ülke kısa sürede kendi dinamikleri ile yükselmeye başladı. Bu başarıları sonrası Lula'nın ikinci kez seçilmesi zor olmadı. Özgüven patlaması yaşayan Lula'nın ikinci dönemine yaşanan yolsuzluklar damga vurdu. Görev süresi dolunca yerine Dilma Rousseff'i aday gösterdi.
2014 Dünya Kupası öncesi ve sonrası büyük gösterilere sahne oldu. Yoksullaşan halk bu alana yapılan yatırımları öfkeyle karşıladı. Ülkedeki son durumla ilgili bilgi almak için Brezilyalı entelektüel bir arkadaşımı aradım. “Ülke bütün kazanımlarını kaybetti. Son üç yıldır ekonomik ve siyasal sistemin çöküşü hızla devam ediyor. Gidişattan korkuyoruz ve en önemlisi de ülke, yolsuzluk ve hırsızlık kanseri'ne yakalandı.” dedi. Ülkenin 260 şehrinde aynı anda yapılan protesto gösterilerinde yolsuzluk girdabındaki Dilma'nın azledilmesi istendi.
İktidar bu durumu kendilerine yapılan bir darbe manevrası olarak açıkladı.
Arjantin'de 2001 yılında fitili ateş alan ve marketlerin yağmalanıp zenginlerin evlerine saldırıldığı ekonomik krizde, sokakların her yanına yazılan protesto yazıları arasında ‘ladrones/hırsızlar' ibaresi sokağa taşan öfkenin sebebini özetliyordu. Özetle gelişmekte olan ülkelerin coğrafyası farklı olsa da hikâyesi aynı…
Modern, özgürlükçü, demokratik, insanı esas alan bir anayasa ve adil bir hukuk düzeni inşa etmeden mevcudu bile korumanın mümkün olmadığı görülmüştür. Türkiye'nin bu fotoğraftaki yerini ve durumunu da okurlarıma bırakıyorum.
Niçin yükseldiler?
Yıllardır ötelenen sağlık, vergi ve yargı gibi alanlarda yapısal reformlara hız verdiler.
Toplumda özgürlük, adalet, hukuk, kardeşlik ve eşitlik ile güven inşa ettiler.
Siyasi reformların hızlanması ve hukuk devletine dönülmesi kriz zamanlarında atıl kalan muazzam kapasiteyi harekete geçirdi.
Zaten ciddi bir kaynağın mevcut bulunması.
Mali disiplinden taviz vermediler. Toplanan vergileri dikkatli harcadılar. Kamuda israfı azalttılar.
Yatırım için ihtiyaç duyulan mali kaynağın iç ve dış dinamiklerin harekete geçmesi ile tedarik edildiği için IMF'ye ihtiyaç duymadılar.
Niçin düştüler?
Liderler iktidara gelirken sarıldıkları ilkelerden vazgeçtiler.
Rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık suçlarına bulaşanlar yargılanmamak için iktidarı bırakmak istemediler.
Yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlığın sebep olduğu zaman ve kaynak israfı ekonomiyi içten içe kemirdi.
Saray, lüks binalar, makam arabaları ile özdeşleşen israf bütçeleri sarstı.
İktidarda kalmak uğruna demokrasi, hukuk, özgürlük, reformlar ve mali disiplinden vazgeçtiler.
Medya, sermaye başta olmak üzere bütün muhalif kesimlere baskılar artınca kazanımlar yok edildi, kriz kaçınılmaz hale geldi.