Kerem Akça
26 Eylül-12 Ekim tarihleri arasında 52. düzenlenen New York Film Festivali’nde izlediğim iki filmi değerlendirdim. “Two Shots Fired” ve “Princess of France”, Lucrecia Martel sonrası Arjantin sinemasından çıkan ve ekonomik/siyasi sorunlarla ilişkisi olmayan ayrıksı kuşağa dikkat çekiyor.
“Two Shots Fired”: Başsız genç adam
Eğer kafasına ve göbeğine kurşun sıkıp ölmeyen bir gençle karşılaşırsak ne düşünürüz? Üstelik bu kişinin, bu olayı hiç yaşamamış gibi hayatına devam ettiğini görürsek? Aslında sinema kitapları, kuramları için gizemli, kuşkulu bir hareket bu… Martin Rejtman da muhtemelen bu durumdan haberdar. Burada 17 yaşındaki sıradan bir gencin, Mariano’nun izinde bu eylemi çözmeye çalışıyor.
İkili, üçlü, dörtlü planlarla oluşturulup, ‘statik’liğini kaybetmeyen aile tablosunun ‘doğal ışık’tan beslendiğine tanıklık ediyoruz. Bu durum ışığın fazla yalıtılmadığı, böylece gri-açık mavi arası bir tonun devreye girdiği sakin bir minimalist atmosfere alan açıyor. Müzik, sadece gece kulübü sahnelerinde (girizgahta ve ortada bir yerde) hikaye içi (diegetic) haliyle kullanılıyor. Ama intihar girişimi, kurşunlar adeta bir illüzyona uğramış gibi yarı yolda kalıyor.
Mariano çıkagelip kendisine bir şey olmadığını dahi söylemiyor. Filmin yaklaşık 60. dakikasında ise yine kafadan ve göbekten girişimde bulunup bunu kurşunsuz yapan karakterimiz, bu kez bambaşka şeylere yol açıyor. Etraftan cama çarpan kuşlar, arabada köpekle oturup muhabbete giren bir kardeş ve daha fazlası ‘absürd’ anlarla iletişimsiz Arjantin ailesini sarıyor.
“Two Shots Fired” (“Dos Disparos”, 2014), kesinlikle bir işlevsiz aile filmi. Ancak bu yöne kayarken merkeziliğini kaybeden karakterin tuhaf bireylerle iletişimini koparıyor. İşi onun gözünden alıp ikincil üçüncül karakterlerin bakış açısına yerleştiriyor. Böylece Hollywood’da daha çok sevilen bu hamle, içsesten kopan anlatıyı son kareye kadar ‘karmaşık’ hale getiriyor.
Finaldeki ‘benim kardeşim bu kızla beraber olacak mı?’ ivmesini belli eden gizemli otobüs geçişi bile Rejtman’ın ayrıksı sanatçı kimliğini ortaya koymaya yetiyor. ‘Graveyard’ (mezarlık) ismi konulan “Yerçekimi”nin (“Gravity”, 2013) afişi de manidar. Film, intiharı bile umursamayan orta sınıf ailenin içindeki sevgisizliğe dikkat çekerken, bu durumda ortaya çıkabilecek bir ‘hayalet’in yapabileceklerini bireysel dramatik anlarla resmediyor.
Her şeyi birbiriyle kesiştirmeyi özellikle reddediyor. Ailenin bireylerinin kopuşunu, konuşarak birbirinden ayrılışını, bir ‘anti-hayalet filmi’yle taçlandırırken, ikinci kilit hamle hikayeyi ‘anti-kıyamet filmi’nin tarafına çekiyor.
Rejtman, Arjantin sinemasında Paula Hernández’in yağmuru ‘anti-felaket’e dönüştüren “Yağmur”unun (“Lluvia”, 2008) ötesinde Lucrecia Martel’in David Lynch’e göz kırpan gizemli eseri “Başsız Kadın”ın (“La Mujer Sin Cabeza”, 2008) modeline tutunuyor. Oradaki orta yaşlı kadının ikili yaşamı, burada genç adamın gözünden bir büyüme sürecine transfer ediliyor. Gus Van Sant genci gibi beliren Mariano ise bu duruma uyum sağlayarak, tepki göstermeyerek bir gözlem objesine dönüşüyor. Hem de kimsenin hayatına girmeden! “Two Shots Fired”, ‘köşeye ittiğimiz bir kişi intihar edince üzülür müyüz?’ sorusunu soyut yollarla soruyor. Ona cevap da aramıyor, arayışın katmanlarına odaklanıyor.
FİLMİN NOTU: 8
“Princess of France”: Entelektüel, deneyci ve yaratıcı
Matias Pineiro, ayrıksı kariyerinin üçüncü uzun metrajında Shakespeare’in 16. yüzyılın sonunda kaleme aldığı ‘Love’s Labour’s Lost’unu güncel bir radyo tiyatrosuna çeviriyor. Bu temeli kaynağına yerleştirirken tiyatrodan resme, basketboldan radyoya uzanan bir süreçte monologların, tiratların havada uçuştuğu deneysel bir işe imza atıyor. Ana karakterin kayıp beş aşkıyla ilişkisinin adı girizgahta konuyor aslında.
Kuşbakışı bir kadrajdan, üst açıdan sokak arasındaki karakterlerin isimlerini gördüğümüz yazılar, filmin tanımını yapıyor. Önümüzde beliren açık basket sahası ilerisi için de deneyci ivmenin adını koyuyor. Peter Greenaway, Maya Deren gibileri bir çırpıda aklımıza geliyor. Yer yer bir sanat tarihi dersini, yer yer uzun bir monoloğu, yer yer bir tiyatro oyununu andıran film, tekdüzeliği reddediyor.
Başı sonu olmayan manasız bir öpüşme ile son noktayı koyan “Princess of France” (“La Princesa De Francia”, 2014), ergenlerin aşklarına, 25 yaşındaki yeniyetme heyecanına odaklanıyor. Ancak bunu yaparken de araya Renoir, Monet resimleri, Shakespeare tiratları sokabiliyor. Bir anda kendimizi resim karelerinin üst üste kurgulandığı bir yapıda bulabiliyoruz.
Oyuncuların konuşmaları karşılıklı değilmiş hissiyatı bile yaratıyor. “Princess of France”, entelektüel Y kuşağının Arjantin’deki varoluş çabasına bakış atıyor. Solanas, Sorin gibi sosyal gerçekçi sinemanın körelmiş isimlerine bel bağlamıyor, ekonomik, siyasi sorunlarla ilgilenmiyor. Yeni bir şey yapmak içn ‘deneysel, hiçbir şey anlatmıyor’ damgası yemeyi bile göze alıyor. Radyo tiyatrosunda konuşulanlar ile gerçek hayatta gördüklerimiz arasındaki bağları ise çok net kurmadan geleneksele kaymıyor. Savruk, bozucu hareket ediyor. Kendi işini yaparak bir radyo tiyatrosu-hayat ilişkisi formülüne ulaşıyor. Ama Pineiro, bazen deney yapmayı abartıp süreyi kaldıramayacak detaylar da kullanıyor.
FİLMİN NOTU: 6.5