Bazen düşmek için bir veya daha fazla dava gerekir.
Mesela Arjantin’in Kirli Savaş döneminin en önemli figürü Jorge Rafael Videla. Yedi yıl süren cunta döneminin beş yılında başkanlık koltuğuna oturan Videla, bir diktatör olarak nam salmasına karşın uzun süre işlediği hiçbir suçu kabul etmedi.
30 bin kişinin öldürüldüğü ya da kaybolduğu Videla cuntası, plakasız yeşil arabalarla devriye gezen üniformasız askerlerin, sokaktan topladıklarına yaptığı işkencelerle meşhurdu.
Bu işkenceden sağ kurtulanlar da şanslı sayılmazdı.
Onlar başka cezaevlerine gönderilecekleri bahanesiyle aşılanıp, dirençlerini yitirmiş halde kargo uçaklarına konup, köpekbalıklarına yem olmak üzere 2000 metreden okyanusa fırlatılıyordu.
Videla’nın cuntacısı şu sözlerle hafızalara kazınmıştı: “Önce bozguncuları, sonra işbirlikçileri, ardından sempatizanları ve tarafsızları öldüreceğiz. En son sıra da korkakların olacak...”
Gün geldi, Videla yargılandı. Bir değil, birkaç kez müebbet hapse mahkûm oldu. En son iki sene önce tekrar ceza aldı. Ketumun da ötesinde ketum olan 86 yaşındaki Videla, bir türlü suçunu itiraf etmedi. Ta ki birkaç ay öncesine kadar…
Gazeteci Ceferino Reato’nun kitabında yer alan söyleşisinde bu yaşlı diktatör, Kirli Savaş döneminde 7-8 bin muhalifin ortadan kaybolduğunu kabul etti.
Nedamet getirdiği düşünülmesin, Videla, sözlerini şöyle bağlamış: “Maalesef bu, savaşın doğal sonucuydu. Hatalı olan, ‘ortadan kaybolmaların’ etrafında bir gizem yaratmaktı”.
Anlaşılan o ki itirafı üzerinde pişmanlığın esamesi okunmayan eski cuntacı, yapılan işkenceleri değil, kayıp evlatlarını arayıp kendisinden hesap soran Mayıs Meydanı Anneleri’ni ‘gizem yaratmakla’ suçluyor.
Tıpkı bizde olduğu gibi… 12 Eylül döneminde ‘kırbaçlı paşa’ olarak nam salan Yusuf Haznedaroğlu, hakkında açılan soruşturma sırasında Radikal’den İsmail Saymaz’a içini dökmüştü: “O dönem Maraş Enstitüsü’nde 7 kişi öldü. Üç senede 7 kişi çok değil. Soruşturma çok da umurumdaydı. Ben vazifemi yaptım kardeşim!”
Bazen ise düşmek için davaya gerek yoktur.
Mesela Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda konuşan Raci Tetik. Mamak Cezaevi’nin işkence ve ölümle adaş olduğu dönemin komutanı Tetik, aynı dönem kanlı rahlesinden geçen bugünün iki milletvekiline içinin ne kadar rahat olduğunu anlatıyordu.
Onun komutanlığı sırasında Mamak zindanından 31 bin kişi geçmiş yalnız 3-4 bin kişi ceza almıştı. Yaptıklarından asla pişman değildi. Çünkü insanlara sağcı-solcu diye değil, ‘devletçi’ bakış açısıyla yaklaşıyordu. Bununla birlikte, askerleri içki masasında söylediği türküye göre sağcı ya da solcu olarak sınıflandırdığını da iç huzuruyla anlatıyordu. Onca yaşananın ardından MHP Milletvekili Atilla Kaya’nın “Bir üzüntünüz var mı?” sorusuna, hiç düşünmeden “hayır” karşılığını verdi.
Anlaşılan o ki Arjantin’den Türkiye’ye cuntacıların görev bilinci, insani değerlerine ömür boyu galip geliyor. Ya da itiraf edemedikleri tek gerçek buydu.
Fakat bazen düşmek için itirafa bile gerek yoktur.
Mesela yine aynı komisyonun bu hafta dinlediği eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt. Haksızlık etmeyelim. Büyükanıt ne Videla gibi bir diktatör, ne Raci Tetik gibi namlı bir işkenceci. Fakat muhtemelen aynı ‘devletçi’ bakış açısıyla siyaseti hizaya sokabileceğini sanan bir muhtıra verip daha sonra (nedense) hiçbir şey olmamış gibi siyasetle barışabilen bir asker.
Tarihe Sırrı Süreyya Önder’in cep telefonuyla çektiği bu pozla geçebilir. Fotoğraf Büyükanıt’ın konuşması sırasında her ‘PKK’ ve ‘terör’ kelimesi geçtiğinde Önder’e bakmasıyla ortaya çıkmış. Büyükanıt, “Neden bana bakıyorsunuz?” sorusuna cevap vermek yerine özür dilemiş. Önder de bir daha aynı şeyi yaparsa fotoğrafını çekeceğini söylemiş. Sonuçta bu fotoğraf çıkmış.
Büyükanıt, Şemdinli davasında “tanırım, iyi çocuktu” dediği Ali Kaya’dan, başarısı tartışılan Kandil operasyonuna birçok konuda çok da önemli olmayan şeyler söylemiş. Dolmabahçe görüşmesi gibi bazı konulara ise hiç girmemiş.
Ben bütün sözlerine karşın Büyükanıt’ın fotoğrafından etkilendim. Çünkü bazen bir fotoğraf, yoruma gerek bırakmaz. Büyükanıt’ınki de öyle sanki. Tek tek detaylarda değil. Ne yalandan kapattığı yüzünde ne de zoraki olduğu belli tebessümünde... Gerçek, saklamaya çalıştığı fotoğrafın bütününde…