Bir filmi iyi yapan şeyi hep kodlar üzerinden incelememizin en basit sebebi, aslında o kodlar içinde kurulmaya çalışılan ama başarısız olan yapımları göstermek. Ama bu, her filmin aynı açıdan ele alınması anlamına gelmiyor elbette. Filmin yarattığı hissiyat üzerine yazmak kimi zaman amatörce gözükse de kriter çoğu zaman tam da bu olmalı aslında. Vaatler ve hayal kırıklıkları alt metnin bir parçasıysa çatışmayı sorgulamaya itiyor; içi boş ise hayal kırıklığı olarak kalıyor.
Bu hissiyat mefhumunda değerlendirdiğimizde Hayal Ülkesi, sinemanın yansıtıcı gücünün yarattığı yoğun duygu yüklenimini başarıyla yerine getiriyor ve minimal sinemanın önemli bir örneği olarak yerini alıyor bana kalırsa. Ama yorumlamaların göreceli açılardan çok farklı olabileceği gibi, Hayal Ülkesi’nin yeni bir sanat formu olarak ilgi çekici ve derin oluşunun ötesinde direkt olarak anlatmak istemediklerinin dolaylı olarak seyirciye ulaşamaması, sanatın başka bir sınırını doğuruyor ve niş camiayı -körlerin sağırların birbirini ağırladığı olarak nitelendirmek fazla ağır kaçacaktı– istemeden de olsa bir bakıma besliyor.
Yine de Alonso’nun mürekkebi olarak ilkellik ile medeniyetin bir aradalığını yansıtan Hayal Ülkesi biterken, Dinesen –Inga– ve izleyicinin aklında kalan en büyük soru “Hayatın işleyip yol almasını sağlayan nedir?” oluyor ve derin bir içe bakışın kıvılcımı görevi görüyor ki bu bir filmin verebileceği en büyük kazanımdır.
Beyazperde Eleştirisi